AKADEMİSYEN
OLMAK
Diyebilirsiniz ki eskiler her
daim bir şeyler söylerler. Eskiler mesela edeplerinden “kapıyı kapat!”
demezlermiş, diyemezlermiş. Yara.. Devamı
AKADEMİSYEN OLMAK
AKADEMİSYEN
OLMAK
Diyebilirsiniz ki eskiler her
daim bir şeyler söylerler. Eskiler mesela edeplerinden “kapıyı kapat!”
demezlermiş, diyemezlermiş. Yaradan “kimsenin kapısını kapatmasın” diye
düşünürlermiş. Ya da illa kapatmaları gerekiyorsa, “kapıyı sırla” derlemiş.
Yani kapının kapanmadan yavaşça örtülmesi salık verirlermiş. Kapıdan çıkıp
giderken, arkasını dönmeyi ayıp ihsan ederlermiş. O nedenle geri geri çıkmak
edepten imiş.
Dervişhanelerde kapı eşiğindeki misafirlere ait
ayakkabılar, dışarıya doğru değil, içeriye doğru çevrilirmiş. “Git bir daha
gelme!” demek için değil “Gitsen de ayağının yönü buraya dönük olsa” demek için
yaparlarmış. Yürürken yere yavaşça basılması icap edermiş; öyle ki kişiler
yerdeki haşerata basmamaya özen gösterirlermiş. “Karınca Basmaz Efendi”, işte
böyle bir Âdemoğluymuş. Canlı cansız her şeyin nurani bir hatırı varmış.
Sanırım, eskiler bizim insan olduğumuzu düşünürlermiş!
Aynı eskiler, “lambayı söndür” de demezlermiş.
Yaradan, “kimsenin ışığını söndürmesin” diye düşünürlermiş. Onun yerine
“lambayı dinlerdir” derlermiş. Onlara göre bir nur olan lamba yakılmaz,
uyandırılırmış. Uyuyan bir kişiyi de uyandırmazlarmış, sarsmazlarmış, ismiyle
bile onu çağırmazlarmış. Onun yerine “Agâh ol, eren ol” derlermiş.
Hanımlar beylerine “Efendi” derlermiş, insanlar
birbirine “siz” derlermiş. Bakmayın şimdi kulağınızı tırmaladığına; kadınlar,
erkeklerine “koca”, erkekler kadınlarına “karı” derlemiş. “Koca” bilge
demekmiş, yüce demekmiş. Koca demek, dağ demekmiş. Dağların yücesine kar yağar
diye kadına da “kocanın karı” derlermiş. Ve ne kadar yüce olursa olsun, üstünde
kar olmayan dağ eksik olduğundandır, kadın eskiden “karı”ymış. Aslında
gördüğünüz üzere kelimelerin ruhu varmış.
Oysaki durun bugün etrafınıza bakın;
Evet, durun bakın; bir dünya iniyor çatımıza,
Nurları sönüyor gök kubbemizin,
Fakat biliriz ki, ebedi mükâfat varsa ahirde, dünya
işlerine takılmak fani zihnidir,
Eskiden ulema ehli ölürken bile özür dilermiş,
verecek daha çok şeyi varken,
Şimdi dünyagâhımız böyledir deyip geçebiliriz.
Neticesinde bugün zalimler zorbaları yüceltiyor; hırsızlar, ayakbazlara
özeniyor; riyakârlar, tamahkârları büyütüyor. Maazallah, dindarlar, samimileri kirletiyor; pişanîdârlar, payedârları gölgeliyor,
mahlûklar, garipleri iç ediyor. Oysa biliyoruz ki, bunların hiç mi hiç
ehemmiyeti yok. Varsın, ölümlü dünya şen şakrak dönsün, sen mahkeme-i kübra’da
mülke kavuşmayı hayal eyle. Hem düşünsene, hayat dediğin sadece birkaç hatıra
değil mi?
Bu fasılada dünyaya bin bir tür kötülük sirayet etse
bile ben ulema olup keremi arzu ediyorum. Yazıyorum,
araştırıyorum, çalışıyorum, ömrümü hakkıyla ait hissettiğim “akademisyen” sıfatıyla yaşamayı tercih
ediyorum.
BİLİMSEL OLMAK
BİLİM İNSANI
OLMAK
İçinde bulunduğu oda ya da ne
olduğunu bilmediği yerin duvar olduğunu düşündüğü yüzeyine baktı. Kendisinin
bile çok zor görd.. Devamı
İçinde bulunduğu oda ya da ne
olduğunu bilmediği yerin duvar olduğunu düşündüğü yüzeyine baktı. Kendisinin
bile çok zor gördüğü; işte o görünmez gibi olan sözlerden birini hayal meyal
okudu: “VisibiliaExInvisibilibus…”Gördüğümüz
ve dokunduğumuz her şey görünmeyenden kaynaklanır. Onu umut etmelisin. Umut edilmeyeni umut etmezsen,
onu bulamazsın. Çünkü ne bir iz vardır ne de bir yol.
Doğru
yol ise her daim insanın kendisindedir.
Biz
doğru yolu nasıl buluruz sorusunun cevabı ise bilimde, sezgisellikte, ahlak ve
erdemde… Biz böyle düşünüyoruz. Hele ki böylesi bir nüfusla… Eğer bugün de
kozmik ve insansal kökenlerimizi araştırıp sorguluyorsak, bunu o köklerden daha
iyi sıyrılıp yükselmek için yapıyoruz. Tedrici tekâmül dediğimiz, yavaş yavaş
fakat sürekli gelişim ile bir üst aşamaya doğru yolculuğumuz sürüyor.
İngilizcede
bir söz vardır, çokça kullanırım: “Knowledge
comes but wisdomlingers”. Çevirisi şunu der: ‘Bilgi koşarak gelir fakat aklı hikmet emekleyerek gelir’ diye
çevirebiliriz.
Her
ne kadar New Age akımı ile bazı kişisel gelişim öğretileri bazı kavramların
değerini düşürse bile “ruh-zihin-beden” bütünlüğü amaç olmalıdır. Bilim buna
yardımcı olabilir. Geçmiş zamanların bilgeleri de bunu yapmış. Gazali, Farabi,
İbn-i Haldun ve hatta pek çok Antik Yunan bilgini de sezgisellik, akl-ı hikmet
ile bilimselliği birleştiren isimlerdi. Dünyayı yükselten şeyler oldu bu
yaklaşım.
Sanılanın
aksine bilim Tanrıyı ve dinleri dışlamıyor. Bilim dogmatik değildir. Büyük
patlamadan önce ne vardı, niye patlama oldu buna bakar. Her ne kadar bunların
cevabını şu an veremese bile bilim, gerçeklerin her zaman bilinenden daha
karmaşık olduğunun bilir. Bilim, Tanrının varlığını ya da yokluğunu
kanıtlayamaz. Böyle bir derdi de yoktur. Bilimin ilgi alanında yalnızca
görülebilen ve algılanabilen olgular vardır. Kalan ise; insan aklının
sezgisine, inancına ilişkindir. İnsan onu kendi aklında, gönlünde istediği
pozisyona yerleştirecektir. Onu adlandırdığımız şekliyle Yaradan gönlümüzdeki
yerini koruyabilir.
Bizim
farkındalığa ihtiyacımız var, çok açık…
Bilmeliyiz
ki, evrende her şeyin özü tektir ve aynıdır. Bütün yıldız sistemleri,
gezegenler ve yaşam, canlılar ve biz insanlar aynı bütünün birer
parçacıklarıyız. Her canlılıkta farklı kombinasyonlar var, lakin özümüzde
hiçbir önemli farklılık yok. Buna ilişkin şunu söylüyoruz:
Tek bir soydan geliyor,
kültürel bazda bir evrim yaşıyoruz.
Yazının
başında söz ettiğimiz Almanya’daki Max Planck Evrimsel Antropoloji
Enstitüsü’nden (MPI) Prof. Jean-JacquesHublin, “İnsanların Afrika’da bir
‘cennet bahçesinden’ hızlıca yayıldığı düşüncesinin doğru olmadığını gördük.
Bizim görüşümüz insanların Afrika kıtası çapında zamana yayılan bir evrim
geçirdiği yönünde. Eğer bir cennet bahçesinden bahsedeceksek bu bütün Afrika
olmalı” diyor. Yani, hepimiz Afrika kökenliyiz, adeta beşikten geldik. Bu bizi
kardeş yapmaz mı? Öz bilincimiz bunu niye gerçekleştiremiyor? Farkındalığımız
bunu sağlamaz mıydı? Niye bu üstel olmayan seviyeye ulaşamıyoruz?
Hâlbuki
şu an ne olması gerekiyorsa o oluyor evrende. Kanadalı astrofizikçi
HubertReeves’e soruyorlar:
“Hakikat, Bilinç,
Erdem, Doğa, Tanrı ya da Yaradan; bilinçli varlıklar yaratmak isteseydi, bu
niyete sahip olsaydı, ne yapardı?”
HubertReeves
şöyle cevap veriyor:
“Tam tamına zaten şu
ana kadar yapmış olduklarını yapardı.”
Yine “Kelimelerin gücü,”
diye mırıldandı. İncil bile öyle başlıyordu: “Önce
kelime vardı…” Kelimeler olmadan ise sadece
umut vardı. Kelimenin olmadığı zaman başlamıştı. Kelimelerin bittiği zaman
da devam etmişti. Bin yıllık koca bir umut. Sonra umut kelimelerin
içinde eriyip gidiverdi. Tanıdığı herkes yüzündendi. Onlar kelimeler
diye tutturmasaydı, umut hâlâ var olacaktı. ‘Allah’ım
bana bir umut,’ diye yalvaracak oldu. Oysaki
Tanrı dualarını bize göre değil, kendi yöntemine göre yanıtlıyordu. Bunu bilmez
miydi?
Bilirdi. Çok da iyi bilirdi. Ama asıl
bilmek istediği şey kendisiydi. Bilmek istedi çünkü bilirdi ki, biriyle
aracısız bir ilişki kurabilmek için insanın önce kendiyle ilişki kurabilmesi
gerekiyordu. Kendini bilebilmek için ve diğerleri kendini bilsin diye sözler
yazmaya başladı. Sadece onu anlayacak yürekler tarafından görülebilecek
sözler. Sadece zihinleri sessiz bir gecede
düşen çığ kadar masum olanlar tarafından görülebilecek
sözler. Diğer herkes için sözler görünmez
olmaya devam edecekti. Bu da sözleri görebilenler ve onun arasındaki bir şey
olacaktı.
Yazmaya devam etti…
Durmadı söyledi…
Oysaki derler ki, “Yazan insanlar söylediklerinden çok
sustuklarında gizlidir.”
O nedenle, bir yazarın ne
yazdığını anlamak için söylediklerine değil, sustuklarına bakmak gerekiyordu.
Konuştuğunda aklı, sustuğunda
kalbi konuşuyordu.
Kadim bir bilge bir keresinde, “Aklın
binlerce gözü, kalbin ise bir tek gözü vardır,”
demişti.
Kalp de zaten sükûtu severdi…
Kapalı gözler ise ruhu anlamanın
en ışıklı yoluydu.
Gözlerini kapattı…
Her insan zaman zaman hayatla ağır
ödeşir diye aklından geçirdi.
Kendisinin de hayatı pek çok
zaman soru işaretleriyle doluydu.
O nedenle herhangi bir noktalama
işareti onu korkutmazdı.
Soru, ünlem, üç nokta ya da virgül…
Hatta severdi onları.
Soru işaretleriyle kendini
sorgulardı. Böylece, kendini tanırdı.
Virgüllerle hayata bir ara
verirdi. Böylece, dünyaya ve etrafına bakardı.
Ünlemlerle heyecanlanırdı.
Böylece, yaşama sevincini tadardı.
Kesme işaretiyle kendisiyle ilgili
sevmediği her şeyleri kestirip atardı.
Noktalarla sorunlara bir son verirdi.
Üç noktayla ise sonrasına
bakardı. Bilinmez geleceğin tahmine dayalı hazzıydı bu.
Yazar, tüm bunlar aklından
geçerken, “İyi ki noktalama işaretleri var,”
diye düşündü. Ne de olsa yazdığı bu kitapta da bir sürü noktalama
işareti vardı. Okuyanın kendisine kim olduğunu anlatan noktalama
işaretleri; kelimelerle ve cümlelerle çevrilmiş.
Bu nedenle;
Yazmaya devam etti…
Durmadı, söyledi…
Böyle olduğu için içi rahatladı.
Yüzünde bir ışık parladı sanki.
Bu hisle birlikte bu sefer zihnini bir Rumisözü ışıldattı:
Bunlar yazarın bir son için
zihninden geçen cümleleriydi. Sanırım farklı bir son arayışındaydı. Sonu hep
okuyan yazsın istiyordu.
Sizin için son bir cümle olarak da
şunu söyledi: “İnsanın kendi gözü ziyadesiyle önemlidir.”
Şimdi kitabın diğer bölümüne
geçip, Kendinize İyi Bakın!
Bakalım siz ne göreceksiniz?
İNSAN OLMAK
İNSAN OLMAK
Aklına
ilk insanın adı takıldı. Eloa’ydı ilk insanın ismi. Kendisi unutulmuş bir dilde umut
anlamına geliyordu. O, ilk insan olarak yaratı.. Devamı
İNSAN OLMAK
İNSAN OLMAK
Aklına
ilk insanın adı takıldı. Eloa’ydı ilk insanın ismi. Kendisi unutulmuş bir dilde umut
anlamına geliyordu. O, ilk insan olarak yaratılmıştı. Ona akıl verilmişti.
Ancak kendisine sonsuz bir yaşam bahşedilmemişti. Tam bunu düşünürken ışıklı
kristal parladı. Ölümsüzlük değil ama mutluluğu hissetti. Huzuru duyumsadı. Umutlandı. Umut onda küçüklüğünden beri hep garip bir his
uyandırırdı. Tam hatırlayamadı ama sanki iyi bir his değildi. Kanadı kırık
kuşu, odun sobasının üzerine düşmüştü. Onun yaşamasını ummuştu, ama olmamıştı.
Bu yüzdendi sanırsa.
Okuduğu bir kitaptan bir söz
aklına geldi
bununla ilgili... Pandora’nın kutusu açılıp, Zeus’un içinde sakladığı bütün kötülükler dünyaya saçıldığı zaman, orada
son bir kötülük kaldığından kimsenin haberi olmamıştı: Bu ‘umut etmekti’. O zamandan beri, insanlar yanlışlıkla kutuyu ve içindeki umudu iyi şans
olarak yorumladı. Fakat Zeus’un arzusunun,
insanların, kendilerini işkenceye teslim etmeleri olduğu unutulmuştu.
Umut etmek kötülüklerin en
kötüsüydü, çünkü işkenceyi uzatıyordu…
İşin burasına fazla takılmadı. Ne de olsa ‘her
yaşamın içinde, ona dâhil her şeyin sebebi yatar’ diye düşündü. Sonuçta aldığı her nefesi fırsat
bilmeliydi; insan ot değildi ki yeniden bitsin. Yerinden hafifçe kalktı.
Etrafına bakındı. Şimdi karanlık bir mekânda gece tanesini arıyor gibiydi, üstelik gece bile değilken. Bir
de gece tanesinin ne olduğu bilmiyordu. Bu söz ona görünmez olmuştu. Kafası
daha da karıştı. Neyse, ‘Düşünen adam
saçmalıklardan korkmamalı,’ dedi kendi kendine.
İnsan
olmak doğmakla başlar ama… İnsan olmak yaşamla birlikte olur. Bazen de olmaz
ama!
“Her
insan doğan, insan olur mu” önemli bir felsefi sorudur aslında. Var olmak,
nefes almak, emeklemek, sevmek, cesaret etmek, sevmek, sevilmek, nefret etmek,
nefret edilmek, öğrenmek, anlaşılmak, anlatmak, evlenmek, boşanmak, denemek,
anne olmak, baba olmak, gülmek, ağlamak… Hepsi insan olmanın tezahürleridir.
İnsanın
insan olması, doğuşuyla gelen bir tanımlamadır. Basittir, ördek olarak doğanı,
ördek olarak adlandırıyoruz. İlla daha bilimsel tanım isterseniz; Biyolojik
olarak anne ve babası insan olandan doğan her canlı ‘insan’dır. İnsanı bir
nesne olarak varsaydığımızda, insan olmak vasfı dışında bir anlamı olmayan
nesneden bahsediyoruz. Sadece ona hayat hakkı verilmiştir. Kendi seçimi bile
değildir. Bir insan dünyaya gediği zaman, bütün insanlığın bir parçasıdır
artık. Lakin insanı, yalnızca biyolojik dürtüleri olan bir varlık olarak
algılamak, onun bütünlüğünü anlamamak demektir. İnsan, yaşayan, değişen,
düşünen, duyan, özgür ve evrensel bir bütünlüktür. İnsanı varoluşuyla
değerlendirirsek; değeri, derinlerde bir yerde saklı olan bir şeyden
bahsediyoruzdur. Bu değeri ortaya çıkaran insana da ‘insan olabilen’ diyoruz
zaten. Olayın ana fikri, insanın yaratılış amacını bilebilen, bilebildiği
haliyle yaşayabilen ve bilebildiğini anlatabilen olduğu gerçeğidir.
İnsan
olarak hepimiz aslında biriz ve benzer olmamıza rağmen, zekâ, sağlık ve
yaratıcı yeteneklerimiz yönünden farklıyızdır. ‘İnsan olan’ diye
adlandırdığımız tüm olumsuzluklarından arınabilmiş, gelişmeye yönelik, yetkin
insandır. İnsan olabilen, aynı zamanda, varlığını ve yaşamını tüm insanlarla
birleştiren ve insanın kendisiyle em-patik olabilendir. Fransız filozof Sartre
“İnsan yaptıklarından ibarettir” derken insan olabilmenin değerine vurgu
yapıyordu. İnsan olmak, insanın tutumlarını, duygularını, amaçlarını,
düşüncelerini, eylemlerini içeren bir süreçtir. Bu süreçte gerçekten ‘insan
olan’, kendisini hayata bırakabilir. Umut eder. Kendini bilir. Hoş görme
eğilimde olur. Kin ve nefreti hep arkasında bırakır. Burada bahsettiğimiz
kendiliğinden gerçekleşen ‘insan olarak doğmak’ değil ‘insan olarak
ölebilmektir’. Birisi fıtratı gereği sadece dış görünüşü insana benzeyendir,
diğeri tüm gelişmiş nitelikleriyle insan olandır.
Yani
sözün özü; İnsan olmadıktan sonra ne olduğunun ne önemi var ki?
ÜRETEN KONUŞMACI OLMAK
ÜRETEN KONUŞMACI OLMAK
İnsanın zayıflığı da
gücü de temelde zihnimizdeki bağımlılıklarımızdan ileri gelir. Kendimizden
başlayıp, dünyayı yanlı.. Devamı
ÜRETEN KONUŞMACI OLMAK
ÜRETEN KONUŞMACI OLMAK
İnsanın zayıflığı da
gücü de temelde zihnimizdeki bağımlılıklarımızdan ileri gelir. Kendimizden
başlayıp, dünyayı yanlış algılamamızdır zayıflıklarımız. Ya da güçlerimiz…
İnsanın kişiliğinin zayıf ve güçlü yanlarını bilmesi, kendine benliğini açması
gerekir daha güçlü olabilmek için. İnsan kendini tanırsa, hatalı olduğu,
bağımlı olduğu her şeyi serbest bırakabilir. Özgür olmaktır bunun karşılığı.
Bunun için insanın önce kendisini tanıması gerekir.
Kendini tanıma, tüm
insanlarda ortak olan bir süreçtir. Kişide bazen gerilim, bazen heyecan
yaratan, fiziksel ve psikolojik içerimleri olan özel bir süreçtir. Süreç,
kişinin ben
farkındalığı üzerine kurulmuştur. Kişilik, benin
tüm anlamlarıdır. Kişinin kendisini oluşturan ben, ilk önce bedenle
başlar. Ancak benin
bedenden ibaret olduğunu sanmak önemli bir hata olacaktır. Kişiliğin üzerine
kurulduğu ben,
fiziksel oluşumdan, bedenden çok farklı anlamları olan bir kavramdır.
Özgürlüktür. Sınırsız
olmaktır. Benzersiz ve eşsiz olmakken, bu sınırlar içinde diğerleriyle bir
küme olmaktır. Zihinsel bir oluşumdur, sınırsız biliştir. Bunun yanında
zekâdır, akıldır. Dengede olmaktır. Harekettir. Mutluluktur, coşkudur,
heyecandır. Hem var olmaktır hem yok olmaktır. Devinimdir. Sürekli değişmektir.
Bazen de klişe davranmaktır, sabit olmaktır. Hatırlanmaktır. Zamandan ve
mekândan bağımsız olabilmektir. Güce sahip olabilmektir, enerjidir.
Yalnızlıktır, birlikteliktir. Güvenmektir. En önemlisi, beni
bilmek benliği bilmektir. Tam ve eşsiz bir farkındalıktır.
Bu farkındalık
gelişmezse birey kendi kişiliğinin zayıf, geliştirilmesi gereken ve güçlü
tarafları hususlarından bihaber olur. Bu durumda açıkça daha kırılgan
bir yaşam süreciyle karşı karşıya kalır. Unutmamak gerekir; insanın kişiliği
onun hayatıdır. Yaşam, bir anlamda bir yaşama yolu aramaktan çok insanın
kendisini aramasıdır. Çünkü kişilik yaşamın düğüm noktasıdır. Kişi, tüm
yaşamı açıkça kendi kişiliği üzerinden okur. İnsani ilişkilerin temeli de
kişilikte bulunabilir. Kişilik varlıktır, kişiliksizlik yoksunluktur. Buradaki
karşıtlığı anlatan güzel bir kurmaca vardır:
Kişilik işte bu
kurmacadaki kadar değerli bir şeydir. İnsanı diğer her şeyden farklılaştıran
özelliği; onun bireyselliğidir. Dünyaya gelen her bir insan eşsizdir. Onun
gibisi dünyaya gelmemiştir. Bir daha da gelmeyecektir. O nedenle kişilik
tutarlıdır. Tutarlı olan ve kişinin kendisinden kaynaklanan davranış
kalıplarıdır. Her durumda aynı netlikte gözlemlenemeyebilir. Kişilik, salt
kısıtlı süreçleri içeren ve sürekli olarak değişime maruz kalan bir tepki
durumu değildir. Bu nedenle kişiliğin tutarlı olması doğaldır. İnsanların
tutumları zamanla değişebilir; fakat kişiliğe bağlı olarak.
İnsanı dönüştürecek olan şey ise
üretmektir. Üretmeyen insan kime ne konuşur ki? Bu hakkı kendinden nasıl bulur
ki? O zaman ne diyoruz? İlk önce üretip, sonra kendinizde konuşma cesaretini
bulun!
YAZAR OLMAK
YAZAR OLMAK
Yaşamın temel gerçeği olarak,
kelimelerin varlığını ve o kelimelerden
sihir yaratma olasılığını görüyordu… Yazmasının aslında tek b.. Devamı
Yaşamın temel gerçeği olarak,
kelimelerin varlığını ve o kelimelerden
sihir yaratma olasılığını görüyordu… Yazmasının aslında tek bir amacı vardı.
Görünmeyen sözler yazmak... Görünmeyen, sadece hissedilen...
Yazar, yazdığı tüm görünmez sözcükleri,
ışıklı kristal camlar içerisinde saklıyordu. Bunlar güçlü sözler olsun
istiyordu. Okuyanın zihninde cesaret uyandıran, yaşama sevinci yaratan,
esaretten uzak sözler. İnsanların ruhunda yankı yaratsın istiyordu bunlarla. Hem mum olmak istiyordu, hem ışığı
yansıtan ayna olmak…
Sonra düşünde bir ateş böceği
olduğunu gördüğünü hatırladı. Ama uyandığında, düşünde kendini bir ateş böceği
olarak gören bir insan mı, yoksa düşünde kendini insan olarak gören bir ateş
böceği mi olduğunu bilemedi. Ne de olsa düş, var olan en gerçek
şeydi. Ve benliğimiz gerçek yaşamımızı düşlerde yaratırdı. Bunu
düşünmeye daha fırsatı bile olmamıştı ki, zihni köşede duran kumbarasına;
ışıklı kristal cama kondu. Böyle olunca da düşündü ama rüyadaki sorusunun cevabını hâlâ alamamıştı. Yoksa sözleri gerçekten bir
sihir mi yaratmıştı? Kendi üzerinde… Ya da odada. Ya da bir yerlerde… Bilemedi.
Sözlerinin kutsal gönderenden yoksun imgeler olduğunu
düşündü.
Yine “Kelimelerin gücü,” diye mırıldandı. İncil bile öyle başlıyordu: “Önce kelime
vardı…” Kelimeler olmadan ise sadece umut vardı. Kelimenin olmadığı zaman
başlamıştı. Kelimelerin bittiği zaman da devam etmişti. Bin yıllık koca bir
umut. Sonra umut kelimelerin içinde eriyip gidiverdi. Tanıdığı herkes yüzündendi. Onlar kelimeler diye
tutturmasaydı, umut hâlâ var olacaktı. ‘Allah’ım bana bir umut,’ diye
yalvaracak oldu. Oysaki Tanrı dualarını bize göre değil, kendi yöntemine göre
yanıtlıyordu. Bunu bilmez miydi?
Bilirdi. Çok da iyi bilirdi. Ama asıl bilmek istediği şey kendisiydi. Bilmek
istedi çünkü bilirdi ki, biriyle aracısız bir ilişki kurabilmek için insanın
önce kendiyle ilişki kurabilmesi gerekiyordu. Kendini bilebilmek için ve
diğerleri kendini bilsin diye sözler yazmaya başladı. Sadece onu anlayacak
yürekler tarafından görülebilecek sözler. Sadece zihinleri sessiz bir gecede düşen çığ kadar masum olanlar tarafından görülebilecek sözler. Diğer
herkes için sözler görünmez olmaya devam edecekti. Bu da sözleri görebilenler ve onun arasındaki bir
şey olacaktı.
Yazmaya devam etti…
Durmadı söyledi…
Oysaki derler ki, “Yazan insanlar söylediklerinden çok sustuklarında gizlidir.”
O nedenle, bir yazarın ne yazdığını anlamak için söylediklerine değil,
sustuklarına bakmak gerekiyordu.
Konuştuğunda aklı, sustuğunda kalbi konuşuyordu.
Kadim bir bilge bir keresinde, “Aklın binlerce gözü, kalbin ise bir tek
gözü vardır,” demişti.
Kalp de zaten sükûtu severdi…
Kapalı gözler ise ruhu anlamanın en ışıklı yoluydu.
Gözlerini kapattı…
Her insan zaman zaman hayatla ağır ödeşir diye aklından geçirdi.
Kendisinin de hayatı pek çok zaman soru işaretleriyle doluydu.
O nedenle herhangi bir noktalama işareti onu korkutmazdı.
Soru, ünlem, üç nokta ya da virgül…
Hatta severdi onları.
Soru işaretleriyle kendini sorgulardı. Böylece, kendini tanırdı.
Virgüllerle hayata bir ara verirdi. Böylece, dünyaya ve etrafına bakardı.
Ünlemlerle heyecanlanırdı. Böylece, yaşama sevincini tadardı.
Kesme işaretiyle kendisiyle ilgili sevmediği her şeyleri kestirip atardı.
Noktalarla sorunlara bir son verirdi.
Üç noktayla ise sonrasına bakardı. Bilinmez geleceğin tahmine dayalı
hazzıydı bu.
Yazar, tüm bunlar aklından geçerken, “İyi ki noktalama işaretleri var,”
diye düşündü. Ne de olsa yazdığı bu kitapta da bir sürü noktalama işareti
vardı. Okuyanın kendisine kim olduğunu anlatan noktalama işaretleri;
kelimelerle ve cümlelerle çevrilmiş.
Bu nedenle;
Yazmaya devam etti…
Durmadı, söyledi…
Böyle olduğu için içi rahatladı. Yüzünde bir ışık parladı sanki.
Bu hisle birlikte bu sefer zihnini bir
Rumi sözü ışıldattı:
Bunlar yazarın bir son için zihninden
geçen cümleleriydi. Sanırım farklı bir son arayışındaydı. Sonu hep okuyan
yazsın istiyordu.
Sizin için son bir cümle olarak da şunu söyledi: “İnsanın kendi
gözü ziyadesiyle önemlidir.”
Şimdi kitabın diğer bölümüne geçip, Kendinize İyi Bakın!